Sosyal Medya

Makale

Batı ile Yüzleşme…

Batı derken Dekart ile başlayan süreci kastediyorum.

Dekart ile başlayan süreçte klasik dönem kapandı ve yeni bir döneme geçildi. Bu yeni dönem insanlığa neler getirdi? Ve bu getirdiği şeyler insanlığın yararına olmuş mudur? Bu soruları öznel bir bakışla değil nesnel bir yaklaşımla değerlendirmeye almalıyız. O yüzden batı hangi saç ayakları üzerinde duruyor, öncelikle bunu tespit etmeliyiz…

Yeni dönem ontolojiden epistemolojiye yöneldi. Yani klasik dönem varlık ve varlık bilim üzerinden bir anlam arayışına yönelmişti. Öncelik varlıkta idi. Felsefe de varlık felsefesinden hareketle kurgulanan bir şeydi. Modern dönemde ise episteme ön plana çıktı. Akıl merkeze alındı. Ve özne’nin bilgiyi elde etme imkânı kabul edilerek merkeze özne alındı.

Bu değişim neyi sağladı?

Öncelikle insanı aşan bir bilginin varlığı reddedildi. Çünkü o bilgiyi öznenin ret veya kabul şartları oluşmuyordu. Bu yüzden öznenin ret ve kabulüne mazhar olacak bilgi evrensel bilgi oldu. Böylece çok önemli tahakküm süreçleri bu şekilde dışarıda bırakıldı. Yani kilisenin bilgiyi, iktidarı ve mülkü elinde bulundurması özneliğin öne çıkarılması ile dışlandı ve süreçle de bu iktidar alaşağı edilerek kendi iktidarını süreçle kurdu. Daha sonra kilisenin kendisi de bu iktidara bağımlı hale geldi.

Batının özgürlük diye nitelediği şey aslında bu… Ama bu özgürlük bütün insanlar adına kutsandı. Ve insanların hepsinin özgürlüğü haklar bağlamında da hukuksal bir metne dönüştü. İnsan hakları evrensel beyannamesi bu şekilde ortaya çıktı.

Bu durumun tabii sonucu olarak siyasal zeminde demokrasi inşa edildi. Demokrasinin mucidi olanın deyimi üzerine ‘kötünün iyisi’ olarak demokrasi evrensel bir konuma yükseltildi ve özgürlüğün teminatı olarak kabul edildi. Daha sonra bu kabulün sonucu olarak İslam topraklarında nasıl kan dökücülüğe neden olduğunu ise bizzat yaşadık…

Yeni algı kesinlik üzerine kuruldu. Özne bilginin merkeziyetini aldı ama kesinliği varlığın kesinliğine tevdi ederek… Dekart’ın ‘düşünüyorum öyle ise varım’ öndeyişini düşünmeyi varlığın kesinliğine yükleyerek yeni bilginin özelliğini de deşifre etmiş sayıldı. Zaten buradan yürüyen episteme pozitivizm üzerinden aynı noktaya taşındı. Bu kesinliği bir tarafa not ederek yol almaya devam edelim…

Yeni bilgi sistemi üzerinden birey ve toplum yeniden kurgulandı. Klasik dönemden farklı olarak birey ve toplum geçmişinden bütünüyle sıyrılarak yeni değerlere uygun bir şekilde özgürleştirilerek varlık sahasına sürüldü. İktisadi alanda ise kapital öne çıkarılarak kapitalist bir sistem kuruldu. Paranın sahibi olanın özgür olduğu ama parası olmayanın bu özgürlükten uzak kaldığı inancı ile her bireyin özgürleşme adına para sahibi olması gerektiği vurgulandı. Bu noktada bazı hakların geldiği gözardı edilemez. Asgari geçim şartları ve sosyal yardımlaşma fikri bu çerçeveden çıktı. Tabii ki bu çıkış aynı zamanda toplumsal çalkantının önüne geçişi engellemek adına idi…

Ahlaki zeminde ise bireyin kendisinin çıkarı öncelikli bir konum olarak belirlendi. Toplumsal yarar dahi bireyin yararını dışlamayan bir özelliğe sahip olmalıydı. Bu meselenin felsefeye yansıması ahlaki yapıyı da belirlediği için bu felsefenin özünün bireysel özgürlük, siyasal özgürlük ve toplumsal yapıdan özgürlük olmak üzere üçlü konum üzerinden bir özgürleşme gerçekleştirildi. Böylece çocuk ebeveyne karşı korundu, kadın ise erkeğe karşı korundu ve aile parçalandı. Aile parçalandığında geriye savunulacak bir değer de kalmıyor zaten. Hatta iş o kadar ileri götürüldü ki, en küçük bir olayda çocuk aileden alındı ve devletin denetimine geçirildi. Kadın ise feminizm ile sadece erkeğin hegemonyasını değil ileri bir adım atarak hem devletin hem de Tanrı’nın hegemonyasını reddedecek seviyeye geldi. Kilisenin belirleyiciliğinden devletin belirleyiciliğine geçiş yapıldı. Çünkü Tanrı soyut devlet ise somuttu…

Tabii salt olarak bununla sınırlı kalmadı değişim; ötekileştirilme batı modernliğin temel tezi haline geldi. Ve bütün bir insanlık tarihi yeniden yazıldı. En kaba şekilde modern batı ile diğerleri diye ikiye ayrıldı. Sonra buna bir ekleme daha yapıldı. Gelişmekte olanlar diye… Kadim dönemi ise yine üçe böldü: medeniyet ve kültürden uzak topluluklar, eski kabileler, Afrika ve Amerika’daki yerliler, yani kitap ve felsefe sahibi olmayan arkaik topluluklar, ikincisi ise, kitap verilenler, Müslümanlar, Hindular, İranlılar vs. yani dini veya felsefi ve mistik metinlere sahip olunanlar. Bunlar ise barbarlar… Tabii bir de Avrupalılar var onlar medeni, aydınlanmış kişiler.

Bu üç unsur, doğal olarak batılı aydınların liderliğinde ve yol göstericiliğinde ilerlemeliler. Bu ilerlemeye karşı geldiklerinde ise yok edilmesi veya enterne edilmesi gerekir. Aslında bu ötekileştirme üzerinden Afrika, Asya, Ortadoğu ve Latin Amerika halkı sömürüldü. Bu sömürge meselesini anlamadan batının gücünün ve zenginliğinin kaynağını da algılayamayız. Bu noktada batıyı topyekûn bir şekilde değerlendirmeliyiz. Bazı özellikleri yeni ve güzel şeyler getirmiş olabilir. Ama totalde öyle çok insanlık adına matah bir şeyler yapılmadı. Çünkü bugün bile milyonlar açlıkla ve sefaletle karşı karşıya… Hatta etnik ve dini katletmeler yaşıyoruz. Şiddet, tarihin hiçbir döneminde bu kadar şiddetlenmemişti…

Önemli bir noktaya daha temas etmeliyiz; batı modernleşmesi ve bu modernleşmeye dayalı tekniği ancak kendi öznel şartları içinde gerçekleşebilirdi. Bu yüzden diğer batı dışı kültürlerin böyle bir tekniği oluşturma ve bu seviyede kullanıma hazır hale getirme istek ve arzuları olmadığı gibi böyle bir usulleri de yoktu. Yani ne kadim Çin ve Hint medeniyeti ki çok önceden bilimde önemli adımlar atmalarına rağmen bu gelişmeyi sağlayacak vasatı inşa etmediler. Yine Müslümanlarda veya başka kültürlerde de böyle bir gelişme çizgisini oluşturacak bir teknik seviye inşa edilemezdi. Bunun en önemli nedeni sahip olunan bilgiden çok sahip olunan ahlaki yapıdan neşet etmektedir.

Yani Müslümanlar ve diğer kültürlerdeki insanlar, dünyayı geçici bir menfaat olarak betimlediler. O yüzden kendilerine sınırlı bir alan tashih ettiler. Bu dünyayı cennete dönüştürecek bir fikir ve ahlaki yapıları yoktu zaten… Mülkün yığılması ise hiçbir dönem bu kadar artmamıştı. Ayrıca israf ve hatta hayatta kalacak kadarı ile iktifa ederek gelecek nesilleri düşünmek gibi bir ahlaki kaygı zaten bugünkü gelişmeyi sağlayamazdı. O yüzden batının teknolojideki dev gelişmesini göstererek batı ile mücadele edilemez dendiğinde bir yanılgı ile karşı karşıyayız. Tam da bu dev gibi gelişmenin insanlığın geleceği için kötü bir senaryo olduğu gelecek insanların haklarını bugünden tüketmekte olunduğu gerçeği birçok şeyi değiştirir. Ezcümle bu teknoloji devrimi ancak batının bütünü ile oluşturduğu kültür sayesinde gerçekleşebilirdi.

Peki, batılı için bu bir anlam ifade ediyor mu? Kahır ekseriyeti açısından bakıldığında ve dinin son yıllarda yükselişe geçtiğini gözlemlediğimizde öyle çok da mutlu değiller. Yaşlılarına ve çocuklarına bakıldığında batılıların durumu gözler önüne serilebilir. Yaşlıları evlerinde öldüğünde başında kimse bulunmuyor ve ancak cesedi koktuğunda öldükleri anlaşılabiliyor. Çocukları ise yer değiştirdi, bugün daha çok kedi, köpek ve farklı evcilleşebilecek hayvan türleri çocukların yerini aldı. Bunu fark eden batılı devletler çocuk başına ciddi rakamlar veriyor ki insanlar çocuk yapsın ve geleceklerine yönelik kaygılarını giderebilsinler. Ama bütün bu çabalara rağmen nüfus gittikçe batıda azalıyor.

Şimdi batıda üstün olarak görülebilecek olan olgular, insanlığın yararına değil bizzat insanın yabancılaşmasına neden olmuştur. Görece yararlı gibi görülenler, tıptaki gelişmeler vs. ise soy kırım için kullanılabilecek bir vasatı da taşıyor. Farklı hastalıklar çok rahatlıkla kalabalıklara sirayet ettirilerek ölümlerine sebep olabilir. Yerli Amerikalıların hastalık taşınarak öldürüldüğü ise tarihi olarak sabittir.

Yeni bir bakış şart oldu. Ve bu yeni bakış, insanlığı yeniden insanla barıştıracak bir bakış olmalıdır. Çok üreten ve çok tüketen daha çok insandır mottosu yerine insanlara faydalı olan insan olmaya daha liyakat kesbeder mottosuna yönelmeliyiz. Özne, elbette ki bilgiye sahip olabilir. Ancak bu sahip olduğu bilgi her zaman onu doğruya taşımaz. Yani bilgi şartlar üzere bilgi haline dönüşmüştür. İnsanı daha çok ahlaki insan yapacak şartlar olmadan bilgi ahlaki zemini kuramaz. Bu batıdan hiçbir şey almayacağız anlamına gelmeyecek. Temel felsefelerini reddederek tikel bağlamda insanlığa yararlı olan tecrübe ve birikimden istifade edilebilir.

Sonuç olarak batılı tipoloji ve bu tipolojiye dayalı birey ve toplum kendi yararını ve çıkarını önceleyerek bir yaşam inşa ediyor. Bu yüzden ötekisi kendisi dışında kalan herkes, bu yüzden çatışma öncelikli bir kültürü inşa etmekten imtina edilmiyor. İngiliz filozof Hobs’un dediği gibi ‘insan insanın kurdudur’ aslında temel bir ilke ve uygulanabilen bir ilkedir. Bütün bu gelişmeler aslında bir tahakküm kurma aracına dönüştüğü için desteklenmektedir. Bu hiç iyi insan yoktur anlamına gelmiyor, ama bu insanların çok fazla dikkate alınmadığı ve belirleyici olmadığı anlamına gelmelidir.

Buradan çıkış ise başkası için yaşamayı öncelemekle başlamalıdır. Feragat ve diğerkâmlık gibi temel ahlaki ilkeleri yaşamın temel kodları haline dönüştürebildiğimizde o zaman çatışma yerini barışa teslim edecektir. Ve yeni kültür bu barışın ikamesi üzerine kurulu olursa, o zaman insanlar kendi insanlığını keşfederek dünyayı yaşanabilir hale getirecek bir vizyon ve felsefeyi inşa edebilir.

İslam Dünyasında bile başkası için yaşama yerine çıkarı için yaşamayı içselleştirmiş geniş topluluklar var. Belki de en kestirme noktadan tanıklık üzerinden başkası için yaşamayı içselleştirerek bunun toplumsallaşmasını sağlayacak bir zemini inşa etmekle işe başlamak gerekir…

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.